23 Mart 2008 Pazar

CHP Gençlik Kollarıyla Çanakkale Gezisi

21 Mart 2008 Cuma akşamı, Bornova Stadyumu karşısında, viyadük altından kalkan 15 otobüsten üçüncüsündeydim. Araç sorumlumuz Uğur Çin, ikinci başkan Ferhat Altun, yanımdaysa Güneş Erkul vardı. En ön sırada dört biracı, daha arkalarında halktan orta yaşlı kişiler, orta ve arka kısımda ise gençler yerleşmişti. Saat 21'de Meydan'da CHP önünden kalkış yapılacağı duyurulmuştu ama, ancak saat 23'te viyadük altından kalkabildik.

Otobüs Yeşilova'yı dolaşıp Atatürk Stadyumu bahçesinde diğer ilçelerden gelen araçlarla buluştu. Gereksinim molasından sonra tekrar yola çıkıldı. Şarkılar, türküler derken, Ayvalık - Gömeç civarındaki mola yerine varıp sıcak çorba ve çaya kavuştuk. Üç gibi tekrar yola çıktığımızda, tok karnımızın verdiği ağırlıkla öyle bir uyuduk ki, boğazı geçtiğimizden habersiz gözlerimi Kabatepe Müzesi önündeki büyük otoparkta açtım, saat altı olmuş.

Çevremizde park etmiş yüzlerce otobüs vardı. Öyle olunca ne tuvaletler yetti, ne de kafeterya. Tuvaletten çıkarken sağ tarafta bir resim sergisi görüp Güneş'le beraber içeriye daldık. Sergi ama ne sergi! Girişte sağda rahlesine kapanmış sarıklı hocanın dua ile düşürmeye uğraştığı modern çağ uçakları, hemen üzerinde kötü bir Fatih portresi, çizgilerinde bir rahatsızlığın hemen sezilebildiği onlarca taklit tablo... Girişin karşısında her bir parçasının bir ilkokul, haydi bilemedin bir ortaokul öğrencisine yaptırıldığı anlaşılan berbat bir Çanakkale Savaşı panaroması. Bu tabloda babayiğit Seyit Onbaşı, sırtındaki top mermisinin altında kaybolmuş bir ucubeye benzetilmiş, yazık, yazık ama en son gördüğüm tablo da ne? Bir genç kızın ağzından çıkan konuşma baloncuğu gibi bir kalbin içinde "pornografi", "dedikodu" gibi sözcükler, bunun dışında ise "Allah sevgisi", "iman" vs., sağ altta da büyük büyük, kimse anlamaz sanılarak, insanın gözünün içine sokmaya çalışır gibi açıklaması: "Kalbin İçindekiler ve Dışındakiler". Anı-yorum defterine yorumlarımı yazdım. Tam o sırada, önündeki kuyruk iyice artmış olan tuvaletlerden çıkan bir kadın, hışımla: "Siz görevli misiniz? Şikayetimi bu deftere yazabilir miyim?" diye sordu. Görevli olmadığımı söyledim, ancak deftere... deftere, tabii yazabilirdi. Böyle iğrenç bir serginin sorumlusu, sayfalar arasında kadının durmadan söylendiği "Pislik üzerine pislik yapıyoruz." sözlerini görse hiç de fena olmazdı. Çekildim. Sözde mi, özde mi ressam olduğunu anlayamadığım Kazım Albayrak, bu defteri görünce herhalde neden diğer akrabaları gibi Büyükşehir ihalelerini kovalamak yerine resim yapmayı seçtiğini düşünecekti. Böylesi bir sanattan anlamaz millete siyasetle uğraşan yakınlarının nasıl övgüler düzdüğüne şaşacaktı.

Çıkışta baktım ki, kimsenin bir planı programı yok, bir YTL'ye satılan uyduruk haritalardan bir tane alıp Uğur Çin ve şoför ile bir plan yapmaya çalıştım. Yığılmalardan kaçmak için ilk hedef olarak Alçıtepe Köyü'nü seçtik.

Saat 8, köy meydanındayız. Gözlemeler, çaylar... Kendimize geldik. Kalkıp 1962'de bir yurttaşın açtığı özel müzeyi gezdik. Savaştan kalma malzemeler, silahlar... Silahlarımız o zamana göre bile ilkel. Bizim mermilerimiz dahi şekilsiz, düşmanınkiler düzgün. Meğer yenginin gizemi girişteki odanın sol karşı köşesindeki şehit mektubunda gizliymiş. "Anneciğim buraları çok güzel, savaştan sonra seni buralara getireceğim." diyor, "Ey Türkler'in Yüce Tanrı'sı, sen bu güzel toprakları bizlere verdin, yine bizlerde bırak, düşmanı zaten bozdun ama iyice mahvet." diye dua ediyor, Mülazım-ı Evvel yani Asteğmen, Öğretmen Hasan Ethem. Gözler dolmadan, dolsa da birbirimize çaktırmadan müzeden dışarı kendimizi zor atıyoruz.

Altı ay önce geldiğimde Kabatepe Limanı'ndaki lokantada Hasan Amca diye biriyle karşılaşmıştık. Annemin başını açık görünce bize, lokantasında bira satıldığını anlayınca gerisin geri kaçan yobazları anlatmıştı. "Bir daha geldiğinizde beni bulun, köylerdeki savaşın son tanıklarını ve onların akrabalarını tanırım. Sizi onlara götüreyim. Atatürk'ü siz bir de onlardan dinleyin." deyip oğlunun kartını vermişti. Nasılsa bizim plan program belirsiz, bir arayayım dedim, belki fırsat olur. Aradım oğlu çıktı, Sinan. "Denizdeyiz. Akşam altıya zor döneriz. Babamın köyü Küçük Anafartalar, kime sorsanız aradığınız yaşlılara sizi götürür." dedi. Ben de rastgele dedim, kapattım.

Sözleştiğimiz gibi saat 9.30'da otobüste, az bir yolla Abide'deyiz. Türk Bayrağı'mı çıkardım, sopasına taktım, fotoğraf makinemi de alıp indim. 10.30'da partiden birilerinin konuşma yapacağı, 11.15'te yola çıkacağımız duyuruldu. Trafik sıkışık olduğundan yol boyunca otobüslerin gidiş yönünde yürüyüp aracı bulabileceğimiz söylendi.

Ortalık kalabalık, 18 Mart yeni geçtiğinden, taşınabilir tribünler yerinde duruyor. Şehit adlarını ve memleketlerini cam tabelalardan okuyup Halep'i, Selanik'i, Mekke'yi görünce o günlere döndük, şimdiki illerimizi ardı ardına okuyunca kendimizi Anadolu'da yaptığımız bir gezide sandık. Meydanı çapraz geçip Abide'nin deniz tarafındaki çimlere yöneldik. Bayrağı küçük bir süs ağacının bilekten ince gövdesine bağlayıp yere çöktüm. Arkadaşlar da oturdular, çember olduk.

Uğur sohbeti, gezerken gördüğü cübbeli, sarıklı, türbanlılardan açtı. Bu insanları gördükçe sinirinin bozulduğunu söyledi, nasıl insanlar olduklarını anlayamıyormuş. Uğur 21 yaşında heyecanlı bir arkadaş. Dedim "Onlar da Türk, sadece bilincinde değiller." Boğaz manzarası böylesine güzel önünde serilince insan gözünü alamıyor, konu ister istemez Deniz Savaşı'na kaydı. Yayılmacılar ve Osmanlı... Binbir güçlükle kurulmuş Harbiye ve modern ordu... Nizam-ı Cedid'lere kadar götürdü bizi.

Bir jandarmanın uyarısıyla tatlı sohbet yarım kaldı. Oturduğumuzdan beri benim bayrakla arkada Boğaz ya da Abide manzaralı fotoğraf çektirmek için sıraya giren yurttaşların sonuncusundan, bayrağı alıp ilerideki banklara yürüdük. Uğurlar ayrıldı, Güneş'le örgütlendik, yaymaca belgeleri hazırladık, ADD'lere partilere dağıttık ki gitme vakti geldi.

Uğurlar'ı yolda bulduk. Yanlarında iki yaşlı teyze, Balçova otobüsünü kaybetmişler. Boş bir midibüsü durdurdum. Şoföre yalvar yakar; teyzeleri almaya zorla ikna ettim. O da park edeceği yere kadar ya, zor park eder. Yolun solu sıra sıra belki iki kilometre boyunca otobüs, sağ şerit dura kalka ilerliyor. Yolun yanından yürüye yürüye sonlara doğru bulduk bizimkini.

Saat 11.15 ama gelmeyenler çok. Üçer beşer herkes geldi, iki kız eksik. Bekle bekle gelen yok, telefonları çekmez. Bir ara çekti, yerimiz tarif edildi ama yine yoklar. Uğur dayanamadı, ben bulurum diye çıktı gitti. Artık o da yok. Otobüsün yanı çalılık, onun ardı kumsal. Yolcular piknik halinde, biracılar demlenmede.

Termosta akşamdan beri ılımış suyla kahve yapıp bize veren teyzelerle laflıyoruz. Biracılar durduk yere kendilerine ters laf etmiş, onu anlatıyorlar. Uzun yolda ter sırtımıza çıkmış biz de dinleniyoruz, güneş tepede, yakıyor ama memnunum yoksa serin rüzgar üşütecek. Çevremdeki gençlere mesleklerini, okullarını soruyorum, kalkıp deniz tarafa gidip geliyorum, zaman geçiyor ama hala gelen yok. Yolcu listesinden kızların numarasını bul, ara, Uğur'u ara, hiçbiri çekmez. Yolcular söylenir; gelince şöyle diyeceğim, böyle diyeceğim, "Beklemeyelim, gidelim.", "Aaa bu kadar da sorumsuzluk olmaz canım!", "Şurdan yürüyüp gelemediler.". Haksız da değiller saat yarımı geçti ama kafam şişti. Dedim "Birbirimizi kurmayalım, nasılsa gelecekler, gelene kadar denize bakalım, piknik yapıyor gibi oturalım.". Biraz sustular, sonra tekrar, daha güçlü. Birbirlerinden güç aldıkça abarttılar. Şan olsun diye kızların bir asılmadıkları kaldı.

Uğur'un telefonu çekti, geliyorum dedi, yine de gecikti ya, geldi. Kızlar yanında. Ufak çaplı bir mahalle kavgası başladı ama kızlar baskın çıkıp "Biz kaybolmuşuz, siz bize neler diyorsunuz." diye çıkışınca, bir de en çok atıp tutanlar, ortalığı kızıştıranlar susup sadece bir kaç kişi kızlara karşı durunca olay yatıştı. Ben de kendi adıma, gidip 45 kişiden sadece ikisinin yanlış yöne gittiğini, kızanlara biraz hak vermeleri gerektiğini söyledim. Hatta suçlarını kabul etmeyince hata yapan %4'ün içine girdiklerini filan söyledim ama boşa, zaten olan olmuş, saat 13.20'yi bulmuştu.

Yola koyulmuştuk. Gençler rica etti, muavin koltuğuna oturdum, mikrofonu elime verdiler, "Sen tabelaları, şehitlikleri gördükçe, haritadan, haritanın arkasındaki açıklamalardan birşeyler oku." dediler. Eh, zamanın çoğunu kızlar katlettiğinden, duramayacağımız yerleri en azından duymuş olsun yolcular, camdan görebildikleri kadarını da görürler. Başladım okumaya, orası, burası tamam da açıklamalar olduğu gibi uydurma. Neyseki altı ay önce geldiğim zaman öğrendiklerimden birşeyler hatırlayıp söyledim.

Kabatepe Limanı'nın önünden geçerken şoför ile çevresindekileri ikna ettim, sabah oğlunu cepten aradığım Hasan Amca'nın lokantasında durduk. Önden girdim, yer var mı konuştum, sonra otobüse dönüp burda yemezsek Eceabat'a dönene kadar ancak bisküvi yiyebileceğimizi söyleyip oylama yaptım. Yemek yemek isteyenler çoğunlukta olunca indik. Bizim araç sorumlusu Uğur mu geri durdu, ben mi çok öne çıktım bilmem, gezinin kontrolü farkında olmadan bana geçmişti.

Son geldiğimde burada deniz levreğini hesaplı yediğimden, hiç aklıma gelmedi buranın öğrenci bütçesine göre pahallı olabileceği. Önce geçtik oturduk, siparişler verildi. Derken ekmek arası 3.5 YTL mi, yoksa porsiyonla aynı, 7 YTL mi olacak tartışması başladı. İçlerinde tanıdık yok ama yan masadaki grup kendi arasında benim lokantacıyla anlaşmış olabileceğimi konuşuyor. Duyunca tepem attı. Dönüp bir iki ters laf ettim.

Yarımada'da otobüs çok, her yer kalabalık, burası yol üstünde değil, rahat ederiz diye düşünmüştüm, bir de manzarası çok güzel, karşında Saros Körfezi ama ne karışırsın bilmediğin işe, kaç kez böyle tura katıldın, kaç kez mola yeri ayarladın. Gençler de haklı. Garsonla konuştum, indirim yaptırdım ama çok da fazla inmiyor, "başka birini" çağıracağım dedi, gitti ama gelen giden, ben sorumluyum, patronum diye çıkan olmadı. Gel gelelim bizim gençler küçük çırak ile büyük garsonun söyledikleri birbirini tutmuyor diye kalktı gitti. Biz oturuyorduk ki, bizim masadaki öğrencilerden Ahmet, "Abi, bu bana pahallı gelir." diyerek kalkmaya yeltendi. "Otur lan." dedim, "Ben verecem.".

Köfteler geldi, Güneş'le bira söylemiştik, onlar da geldi. Yedik, içtik, kalktık. Hesabı verdik, garsona, "Sinan'a selam söyle." dedim ki, sen de ne salaksın der gibi yüzüme bakıp "Sinan arkada be Abi." dedi. Seslene seslene arkaya gittim, "Sinan", "Sinan" mutfağa girdim, ayakta bir kişi var: "Sinan?"... Eliyle Sinan'ı gösterdi; kafasını tezgahla tüpün arasına sokmuş, güya onarım yapıyor. Bir, iki daha arkasından seslenince dönmek zorunda kaldı. Elinde ne bir alet var, ne de önünde açılmış, sökülmüş birşey. Belki sabahtan denizden geç dönerim dediği için, belki indirim istemeyelim diye, bir de çıkan tartışmalara bulaşmamak için oraya sinmiş. Neyse olanların bir özetini geçtim, “Bak senin elemanlar yüzünden çocuklar bana iftira attı.” dedim. "Yok Abi, olur mu Abi." filan... Hasan Amca'ya selam söyleyip ayrıldım.

Otobüse döndük ki, üç dakika geç kalmışız. Önemli değil. Saat 14.33 olmuş. Benim karnım doydu, tartışma çıkarıp kalkanlar da aptallıklarına doymasın. Ben indirimi ayarlayacaktım ama yok, bundan sonra karışmayacağım derken, otobüs Kanlısırt'a sarmaya başladı. Gençler boş boş bakıyor, soldaki bozuk siperleri gösterdim, '94'teki yangında şehit düşen Orman Müdürü'nün heykelini gösterdim. 57. Alay Şehitliğinden önceki şehitlikte durduk. Giden gitti geldi, bana tırmanmak zor geldi. Ardı ardına duran araçlardakilerle, Antalya'dan, Ankara'dan gelenlerle sohbet ettim.

Bir sonraki en önemli durak Conkbayırı, Anafartalar. Orada ilk gördüğümüz siperin içine girip poz verdik, fotoğraflar çekildik. Uğur, kayıp kızlar, Güneş ve ben beraber gezdik. Yazıtları okuduk, Atatürk'ün saatinin parçalandığı yer, Atatürk'ün seyir yeri... Arkadaşlara bildiğim kadarıyla 6-10 Ağustos savaşlarını anlattım. "Ben size saldırmayı değil, ölmeyi emrediyorum. Siz ölene kadar geçecek sürede arkadan yeni güçler ve komutanlar gelebilir." Eski zamanların, anıları, ağlatıları, kahramanlıkları...

Dönüş yolunda şoförü ikna ederek değilse de tartışa tartışa, Anzak Koyu'na soktuk. Daha önce iki kez gelmeme karşın burayı görmemiştim. Anzakların yıllık törenleri için yapılmış, kumsaldaki kırmızı tribünler, Anzak mezarlığı, çıkartmayı gözümüzde canlandırmamız çabuk olmak zorundaydı, çünkü şoför kızgındı. Fazla dağılmadığımızdan hızlı toplandık, şoförün siniri geçmiş. Eceabat'a doğru sürmeye başladı.

Saat 16.40 ama önümüzde uzun bir otobüs kuyruğu. İnip yürüyerek Eceabat'a girdik. Feribot iskelesinin hemen yanında Koç Grubu ve Opet'in yaptırdığı "2008 Şehitlere Saygı Parkı". Altı ay önce yoktu, çok güzel yapmışlar. Bir buçuk, iki ay gibi bir zamanda bitmiş. Metal levha üzerine yazılmış savaşı anlatan yazıyı okuyorum. 18 Mart Deniz Savaşı ve Mehmet oğlu Seyit Onbaşı, Nusret mayın gemisi, 25 Nisan çıkartmaları ve Ezineli Yahya Çavuş. 80 kişiyle diyor ya, 62 kişiyle 3000 kişiyi durdurması... Aklıma öyküsü geliyor, İngilizler “Saldırın, önünüzde kayda değer bir yığınak yok.” diyor, karşı yanıt alıyorlar "Karşımızda en az bir tugay düşman var." Hey gidinin Yahya Çavuş'u, kafasını kaldıranı zımbalıyorlarmış, hem de çakalalmazlarla.

6-10 Ağustos Anafartalar ve Mustafa Kemal. Askerlerin hası, görev aldımı sevinen ama her zaman kendine hakim, ne zaman saldıracağını bilen. "Düşmana saldırmak için kullanılmayacaksa siper ne işe yarar." diyen Mustafa Kemal. Düşmanı durdurması, dört kilometreden fazla içeri sokmaması, en içerdeki düşman siperini bir kilometre içeriye yapılmaya zorlaması. Uzun süren siper savaşları ve utku.

Tabeladaki yazı şöyle bitiyordu: "Çanakkale utkusuyla, gelecek Cumhuriyet'in maddi ve manevi ruhu ve bu ruha sahip kadroları yaratılmıştı.". Üzülmemek elde değil, bu tümceyi ben topladım. Çünkü metin belli ki İngilizce olarak hazırlanmış, sonra bu büyük utkuya yakışmayacak bir dille çevrilmişti. Yok, dil eski ya da bozuk değildi, ancak metnin İngilizce kurgulandığı belli oluyordu.

Parkın gerisi güzel. Gerçek boyutta siper maketleri arkasında, panaromik savaş manzaraları. Bunların karşısında denizin önünde savaşa katılan komutanların büstleri, rütbeleri... Fransızlara karşı hava utkusu kazanan şehit Üsteğmen'in uçuş gözlüklü büstü...

İlk girdiğim kapının solunda kalan kısımda kabartma kocaman bir Yarımada, belki yirmi metre boyunda. Conkbayırı Tepesi yaklaşık bir metre yükseklikte. Çanakkale Savaşları hakkında anlamadığım birşey kalmıştıysa bu parkta onu da anladım. Üç dilde sesli anlatım için aygıtlar bile koymuşlar. Hemen karşıda, feribottan inenlerin solunda kalacak bir büyük Atatürk ve Mehmetçik heykeli bana doğru bakıyor, arkasında ise Seyit Onbaşı'nın çok güzel bir heykeli var.

Her tarafın fotoğrafını çektim de, Seyit Onbaşı heykeline geldiğimde piller bitti. Artık benim de pilim hemen hemen bitmişti ve saat 18'e gelmişti. Parkın dışına çıktım ki, bizim otobüs feribota binmek üzere bana doğru geliyor.

Mola yerimiz aynı yermiş. Ayvalık - Göcek'e kadar herkes uyudu, ben uyuyamadım. Hatta Güneş uyumadan önce annesinin yanına yolluk verdiği böreklerden verdi, üzerine son kalan suyumuzu içtik ama yorgunluktan gözüme uyku girmedi. Mola yerinde bir tek çay içtik. Dönüşte tam uyurum diyordum ki, dinlenmiş Uğur Çin ve saz arkadaşları konsere başladı. Ben de katılmaya çalıştım ama uyuyup uyanmış olmalarına karşın herkes yorgun. İşkence çeken insanlar gibi şarkı söylüyoruz, sözler aklımıza gelmiyor, şarkılar birbirine giriyordu ya, yine de iyi oldu, yolculuğun nasıl geçtiğini anlamadım. Saat 23.45'ti ki Manavkuyu'da indim.

Gezi çok güzeldi ama üç saat uyku uyuyabildiğim için çok yorulmuştum. Eve girince, az şekerli bir kahve yaptım, içtim. Yine uyuyamadım. Halbuki başka zaman Türk kahvesi uykumu kaçırmaz, hatta getirir. Bire doğru divanda uyuya kalmışım, ertesi akşam saat 9'da annemin telefonuyla uyandım. Bir saat kadar uyanık kaldım ama evde yiyecek hiçbir şey yok. Zaten ya dinlenememişim, ya uyumaktan yorulmuşum. Kafayı tekrar vurdum, sabah saat yedi. Artık Pazartesi sabahı, işe gidebilirim.


Barış Özel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder