24 Aralık 2009 Perşembe

Yutturmaca: Arınç'a suikast iddiası

Medyanın iki gündür nasıl bir bilgi kirliliği yaratıp aşağıdaki kırmızı renkli satırları kamuoyundan sakladığını bilgilerinize sunuyorum. Hala daha, televizyonlarından gazetelerine, Arınç'ından Tayyip'ine, aydınından yorumcusuna aynı gargara, aynı yutturmaca devam ediyor. Savcı konuşuyor, dinleyin: "Kağıt yok". O zaman şaşal su da yok, yutma da yok, delil de yok. Sadece yutturmaca var.

Habertürk'ten:
"‘DELİL BULUNURSA TUTUKLARIZ’
Başsavcılık kaynakları ise iki subayın herhangi bir suç unsuruna rastlanmadığı için serbest bırakıldığını belirterek şu tespiti yapıyor: “Eğer suçlu bulsaydık ikisini de tutuklardık. Bahsedilen kâğıdı bulsak serbest bırakır mıydık? Polis yeni bir delil getirirse tutuklanırlar. Ancak şu an tutuklama için gerekli, yeterli delil yok.” Savcılık, iki subayla ilgili Genelkurmay’dan da bilgi istedi.http://www.haberturk.com/haber.asp?id=195623&cat=110&dt=2009/12/23"

Aşağıdaki satırlar ise şimdiye kadar ortamlarda gördüğüm en tutarlı iddia.

"Acaba bu “operasyon” bir “karşı-operasyon” olabilir mi? Yani ki “bilgi sızdırdığı iddia edilen bir askeri personel”i (Nereye ve kimlere sorusuyla birlikte) “koruma” amaçlı yapılmış olabilir mi? Böylelikle bir tür “misilleme” yapılmış ama bu misilleme “Arınç’a karşı suikast” söylemiyle mi perdelenmiştir? Bu noktada Bülent Arınç’ın adı kullanılıp boş yere paniğe mi sevk edilmiştir? Böylelikle zaten süren psikolojik savaşa bir de “suikast senaryosu” argümanı mı eklenmiştir?"
http://www.odatv.com/n.php?n=bunun-adi-teneke-suikast--2412091200








Özet: Askeri istihbarat, Fethullahçı köstebek subayın peşindeydi. Onların da peşinde Fethullahçı polisler vardı. F tipi subaya suçüstü yapılacağını anlayınca, F tipi polis, askeri istihbaratın subaylarını tutukladı. Peki acaba suçüstü sahnesinde, köstebekle Arınç'ın buluşması mı vardı?

Barış Özel

2 Aralık 2009 Çarşamba

Sait Faik - Mektup

“Ne desem yalan gibiydi. Selviler Arnavutköyü’ne doğru mırıldanıp dururdu. Bir taka İstanbul’a gider, bir yelkenli, böcek yüklü bize gelirdi. Tepelerden, “Kırk katır mı istersin, kırk satır mı?” diyen, bir masal cezası havası eserdi.

Rıhtımın kırık taşına oturmuştuk. Bulutlar yıldızlara bir şeyler götürürdü. Beklerdik. Masalımıza aydan çocuklar gelecekti.

Sizi iskelesine bıraktıktan sonra, ikinci mevkide oturmuş, dünyada ilk yazıyı yazanı düşünüyordum.

Şiir, muhakkak ki, yazının ta kendisi… Orman, deniz, çiçek, yemiş, böcek, kuş, güzel insan olur da, şiir olmaz olur mu? Yazıdan evvel sanırım, resim vardı. Yazı çok sonraları icat edilmiştir diye bir şey söylemeyeceğim. Beni âlim sanırlar da alay ederler! Yazı üzerine hiçbir deneme okumadım. Onun üzerine düşünmek istiyorum. Demek söylemekten usandığımız, konuşmak istemediğimiz bir gün gizlice; –bakın bu gizlice kelimesini iyi buldum–kendimiz hitap ettiğimizin yanında bulunmadan, sesimiz işitilmeden söylemek zorunda kalmışız… Bu iş nasıl olur? diye düşünmüşüz. Yazıyı belki binlerce, milyonlarca insan okuyor. Ama yazı bunun için uydurulmuşa benzemiyor pek… Olamaz, ilk defa birçokları için yazmadık. Kendimiz olmadan sesimiz duyulmadan, başka birisine, bir tek kişiye bir şey söylemek için bir takım şifreler düşündük. Yazı sizin için yazıldı. Bu yüzden uyduruldu. Bir türlü “seviyorum” diyemedik. Belki de ilk defa iki kol resmi, iki dudak resmi, sonradan kalbin biçimini öğrenince onun resmine bir ok batırarak derdimizi dökmeye çalıştık. Baş başa, karşı karşıya, çoktan riyakâr olmuştuk. Daha samimi olmamız gerektiğinde utandık. Bu utanmadan yazı doğdu. Baş başa konuşurken ne kadar coştuk, neler söyledikse o kadar hataya düşüyorduk… Yalnız başımıza oturduğumuzda kafamız daha başka türlü işliyordu. Biraz evvel söylediklerimize pişman olmuştuk. Bak şimdi ne kadar güzel düşünüyorduk. Düşünmek; yazı düşünmekten doğdu. Konuşurken düşünmüyor muyduk? Düşünüyorduk ama hatalara düşüyor, bir türlü onaramayacağımız haltlar karıştırıyorduk. Sonradan ne kadar pişman oluyor, söylediğimiz, hırsla söylediğimiz bir sözden ne kadar utanıyorduk.

Yazı daha hesaplıydı. Hatta yazıyla düşündüklerimizi, yeni baştan istediğimiz kadar düzeltebiliyorduk. O halde; demek yazı, konuşmadan daha samimi değildir. Konuşurken elbet daha samimiyiz.

Hem öyle hem değil. Yalan söylemek gerektiği zaman kâğıda kaleme sarılanlar olabilir. Ama ilk yazıyı yazan adamın yalan söylemek için yazdığını sanmıyorum. Belki olmayacak hülyalarını söylemiştir. “Ben yalnızken başka türlü düşünüyorum. Sen o söylediklerime aldırma! Onlar da yalan değildi, ama tashih edilmemiş şeylerdi. Bak bugün dün söylediklerimi yeni baştan düşündüm, düzelttim!”

Ah bu ilk yazıyı yazan adam! Bu ilk vesikayı bulsam, birçok şey öğrenebilirdim. Acaba iki kişi oturup, bir takım resimleri mi düşündüler? Eğlence için mi bu işi yaptılar? Yoksa birinin bir derdi mi vardı?

İlk yazı bir erkekten mi kadına yazıldı, yoksa kadından mı erkeğe? Bana öyle geliyor ki, ayrı iki cins insan tarafından bir yazı ötekine gönderildi. Bu bir mektup muydu, yoksa bir şiir mi? Galiba resimdi. Hem şiir, hem resim, hem mektuptu. İki dudak resmi mi vardı? Yoksa iki kol birbirine mi sarılmıştı? İki işaretten mi ibaretti? Yoksa “Gel kızım” demek için uzun saçlı bir kadına bir adım mı attırıyor, bir küçük kulübeyi mi işaret ediyordu? Küçük küçük çocuklar mı yapmıştı?

Biz artık yazının canına okuduk. Onu nelere alet etmedik. İçimizin, beynimizin, güzel, tashihli taraflarını söyleyemediğimiz, söylemeye sıkıldığımız, utandığımız, hem temiz, hem de güzel olduklarına inandığımız şeyleri anlatmak için uydurduğumuz bu işaretleri, artık kepaze ettik. Yalan söylemek için, birini aldatmak için, bir kötü fikri müdafaa etmek için kaleme sarılanlarımız oldu. Bak gör ki, şu insanoğlunun elinde kala kala, hep güzelleri kaldı. Onun için yazı yazmaktan korkmamalı. Kötüsü üç günlük, üç seneliktir. İyisi tarih olduğundan beri bize kalıyor. Kaybolan, yalnız, sevgiliye yazılmış, uydurulmuş ilk mektup… Merak ettiğim hep o ilk ve en güzel yazı…”


Sait Faik Abasıyanık